KENT BELLEĞİ
Psikolojide hafıza, bir organizmanın bilgiyi depolama, saklama ve sonrasında geri çağırma yeteneği olarak tanımlanıyor. Beyin zaman zaman bu depoda gerekli düzenlemeler yapıyor, kimi bilgileri sıkıştırılmış dosyalar haline getirip ayrı bir yere yerleştiriyor; biz buna unutmak diyoruz.
Freud’a göre bellekle birebir ilişkili olan hatırlama ve unutma pratikleri, bireysel seçimlerin sonucudur. Bilinçaltı hatırlanmak istemeyenleri bastırır ve ‘ego’ nun kendini savunmasını sağlar. Bergson’a göre ise algılama kültürel, psikolojik etkiler altında gerçekleşir ve kişiye özgü imgelem dünyası da yine bu etkiler altında oluşur. ‘Kolektif bellek’ kavramıyla bu alanda yeni bir dönem başlatan Maurice Halbwachs’a göre “bellek, kimi zaman bireysel bir hatırlamaya referans verse de, sosyal kodlara göre oluşur. Bellek, toplum tarafından üretilen kolektif bir oluşumdur ve bu oluşum ‘kollektif bellek’ olarak adlandırılmalıdır.” Belleğin toplumsal olduğu öngörüsü, bireyin çevre ile etkileşimini bellek bağlamında irdelemek, özellikle mimar ve şehir plancılar arasında yeni bir tartışam alanı yarattı. Mimar Aldo Rossi, 1960’larda yazmış olduğu “Şehrin Mimarisi” adlı kitabında kolektif belleğin, mimarlık ve kenti oluşturan her türlü değer ile ortak birlikteliğinden bahsetmektedir. Rossi’ye göre kenti oluşturan mimariler, mekanlar üzerinden üretilen sosyal ilişkilerle, kent belleğinin bir parçası haline gelmekte, bu ilişkiler ağı kentin tarihi içinde akarak zamanla onu biçimlendirmekte, yeniden üretmektedir. Rossi, kolektif belleği kentle bir bütün olarak görürken, kentin yaşayan bir organizma gibi canlı bir ‘öz’e sahip olduğunu da iddia etmektedir.
1970’lerde, postmodernizmin etkisiyle başlayan tarih yazımı tartışmaları bellek konusunda da başlayan yeni bir dönemi işaret etmektedir. II. Dünya Savaşının ardından, geçmişle ve tarihe ilişkin öğretilerin gerçekliğine duyulan şüphe, toplumlara ilişkin belleğin de, ideolojik olarak üretilmiş, koşullara uygun bir biçimde her defasında yeniden yapılandırılmış, manipüle edilmiş olduğu görüşünü iddia etmiştir. Özellikle I. Dünya Savaşı’nın ardından, ulus-devletlerin yapılanmalarında görülen yoğun milliyetçilik söylemleri, bir ulusu vareden milli güçlere ilişkin eğilimleri de derinden desteklemekteydi. Bu yapılanmalar sırasında ihtiyaç duyulan “biz”in tarifi için, ortak bir bellek fikri ve inancı büyük önem taşımaktaydı. Pierre Nora’ya göre, modern toplumların geçmişle ilişkin belleklerinde yer alan içsel bilgileri olmadığı için, onu ancak bugün içerisinde yeniden kurarak -‘anısal mekanlar’ oluşturarak- anlamaya çalışırlar. Bu şekilde, geçmişle yaşanılan zaman arasında, kırılmış olan süreklilik duygusunu yapay olarak yeniden kurmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, geri getirilemeyecek olan bir zamanı, bugün yeniden inşa etmek, zamana ilişkin hakikati gözden kaçırmak demektir. Fakat kendini hala kökleriyle, geçmişiyle tarif eden bilinç, geçmişin bugün de yaşıyor olduğuna da inanma eğilimi gösterecek, hatta buna ihtiyaç duyacaktır.
Hafıza, içerikten çok bir çerçevedir," diyor Nora. Daha doğrusu, bir mekân'dır. Pierre Nora'nın hafıza mekânlarının işleyişini ve tarih, ulus ve cumhuriyetle ilişkilerini anlatmaya çalışırken en çok kullandığı imgelerden biri kendi üzerine katlanan Mobius halkası. Yani nesnelerin Mobius halkası üzerinde düz bir çizgide gittikleri halde bir anda ters-yüz olması gibi bu kavramlar da birbirinin içine geçiyor. Tarih ve hafıza arasındaki fark, 'resmi tarih' ve 'tarihler' denen çoğulluğun arasındaki, ya da kazananların tarihi ile kaybedenlerin ve kurbanların hikâyeleri arasındaki farka benzese de aynı ikilik değil. Nora'ya göre "[h]afıza her zaman yaşayan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir" tarihse "değişime kapıldıklarından unutmaya mahkûm toplumlarımızın geçmişle oluşturdukları şeydir."
Ulus devlet modelinde devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Ayrıca ulus devlet kavramı her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu fikrini içerir. Bu özelliğiyle dünyadaki birçok milliyetçi harekete ilham kaynağı olmuştur. Ancak ulusun mu yoksa ulus devletin mi önce ortaya çıktığı tartışmalı bir konudur. Milliyetçi görüşler genellikle ulusun önceden var olduğunu iddia ederler, ulus devlet bu ulusun egemenlik taleplerini karşılayacak bir model olarak ortaya çıkmıştır. Ancak modernleşme odaklı teorilere göre ulusal kimlik daha önceden var olan devletin politikalarının bir ürünü olarak görülmektedir. Kahramanlık, fedakarlık hikayeleri, ulus mitleri, acı ve zafer ortaklaşmasını örnekleyen efsaneler, milli bayramlar/anmalar/yaslar… Karşı söylemin bellek verilerini zayıflatma: Baş edemediği “kültürel bellek” unsuru karşıt söylemleri ele geçirme: Newroz Türki Cumhuriyetlerin tamamında kutlanan bahar bayramıdır).
Bellek güç/iktidar alanıdır. Güçlü olan söylem kendi bellek yatırımını yapar, norma, evrensele dönüşmek için uğraşır. “Kültürel belleği” ele geçirir.
Bu kimlik heterojenlikten kurtulmaya çalışırken farklı kültürel kimlik gruplarının bellek akışını (rutinleriyle ve ritüelleriyle, tarihleriyle vs.) kesintiye uğratmıştır.
Bellek canlı bir organizmadır, aktiftir: Hatırlayış geçmişte olanı basitçe çağırmak değildir. Her hatırlama geçmişi yeniden yorumlamak (duygusal bileşenler, eksiltmeler, eklemeler), inşa etmek, yeniden anlamlandırmak demektir. Bellek aslında insanin kendini var etme sürecidir, toplumsal inşa olarak “ben”i çerçeveler. Kimliğin kurucu bileşenlerindendir.
Hatırlama bağlamsaldır; sadece olay değil, olay hakkında söylenenler, fikri, duygusal, ahlaki aktarımlar da hatırlanır ve yeniden yorumlanır. Hatırlanan şeyin anlamlandırılması sosyal olarak düzenlenir. İnsan hatırladığı şeydir; hatırladığı şey yaşadığı toplumsal yaşamın içine demirlemiştir; dilsel, kültürel, dinsel, politik, ekonomik, duygusal, kurumsal, tarihsel angajmanları ve ilişkileri ile insanın biyografik geçmişi, o kişinin kimliğini tanımlar. Sosyal olarak belleğini yitirmek toplumsal dizge dışına düşmek, bir yanıyla kimliğini yitirmektir.
Kamusal alanlar, geçmiş, bugün ve gelecek arasında kurulan ilişkilerin en kritik bağlayıcı noktalarıdır. Geçmiş ile kurulan ilişki, gelecek ile kurulacak ilişki için de referans noktaları oluşturur. “Kamusal alanlar –sokaklar, caddeler, parklar, meydanlar kentsel hayatın geçtiği yerlerdir”.
Modernizm, 19. yy. boyunca, kente ve mimarlığa ilişkin tüm sorunların ancak rasyonel bir planlama yaklaşımıyla giderilebileceği inancına dayanmıştır. 20. yy.’da, savaştan çıkmış şehirlerin, değişen toplumsal, ekonomik ve politik süreçlerine ve bunlarla yeniden harmanlanmış yapılarına karşın, modernizmin evrensel doğrular oluşturan çözücü, ayrıştırıcı eğilimi, bazı sorunları çözerken, bazı sorunları derinleştirmiştir (Bilgin 1995, 89- 90).
Tüm gelişmiş canlılar gibi kentlerin de beyni ve belleği vardır kuşkusuz. Bu bellekten yararlanma düzeyi kentlerin gelişim biçimini derinden etkiler. Kentlerin beyni, yani kenti çekip çeviren, ona yön veren çevreler ve karar vericiler zaman zaman kentin belleğine müdahale ederler. Oradaki bilgileri düzenlemeye, yeniden biçimlendirmeye ve sıralamaya çalışırlar. Bu müdahaleler bazen o kadar köktenci ve travmatik biçimde yapılır ki, kimi bilgiler bellekten tümüyle silinir.
Kimlik inşası, geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki kurgunun tutarlılığına bağlı bir “anlatı”dır. Kimliği bir “anlatı” olarak kurmak, bu tutarlığı oluşturmayı vaat eden bir seçme, ayıklama ve ekleme sürecine düşer. Bu noktada yaşamlarımız, yaşadığımız olayların her gün farklı yorumlanmasından oluşan en hafif tabirle bir “öykü”, daha karmaşık bir ifadeyle de bir “kurgu”dur. Bu benzetme, tarihe gereksinim duyan herhangi bir kimliğe uyarlanabilir. Ulusal kimlik bunların başında gelmektedir. Modern ve yeni olarak kurgulandığı ölçüde, yüzünü geçmişe ve geleneğe dönmekte, geçmiş bilgisinin yapılandırılmış ve inşa edilmiş formlarına gereksinimi artmaktadır. Bu bağlamda, gecikmiş ve periferal ulus-inşa projelerinin geçmiş obsesyonu daha travmatik sonuçlara yol açabilmekte; hafızanın her türü, farklı oranlarda bastırılmışlığa ve sansüre maruz kalmaktadır. Kitle iletişimi, çoğu zaman bu sansürü, bir oto-sansür olarak içselleştirebilmekte, resmi tarih anlatısını hafızanın ana yapılandırıcısı olarak kitleselleştirmektedir.
Mimarlık tarihçisi Sigfried Giedion, sanatçı Fernard Leger ve mimar Luis Sert 1943 yılında “Anıtsallıkta dokuz nokta” başlığında bir taslak yayınladılar. Bu taslağa göre, anıtlar, toplumların düşüncelerini sergileyen semboller, kolektif gücün tercümanları, geçmişi geleceğe bağlayan bağlar ve gelecek nesiller için miraslardır. Onlar dönemin ruhunu yansıtıp, mimarlık, kentsel planlama, kent ve bölge arasındaki karşılıklı ilişkide en güçlü vurguları ortaya çıkarırlar; halkın neşe, gurur ve coşkusunu tamamlarlar ve kamusal mekânın önemli bir parçasını oluştururlar. Bunlara ek olarak anıtlar, Türkçe’deki köküne bakarak anlayabileceğimiz gibi, toplumun bazı anılarını kutsayarak ideolojinin mimarlıkta yansımasını en uç şekilde sergilerler.
ASSMANN, Jan (2001). Kültürel Bellek. Çev. Ayşe Tekin. İstanbul: Ayrıntı.
CONNERTON, Paul (1999). Toplumlar Nasıl Anımsar? Çev. Alaeddin Şenel. İstanbul: Ayrıntı.
HALBWACHS, Maurice (1992). On Collective Memory. Introduced and Edited by Levis A. Coser. Chicago: University of Chicago Press.
NORA, Pierre (2006). Hafıza Mekanları. Çev. Mehmet Emin Özcan. Ankara: Dost.
SANCAR, Mithat (2008). Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne. İstanbul: İletişim.
ROSSİ,Aldo (2006).Şehrin Mimarisi. Çev. Nurdan Gürbilek. Kanat Kitap.
Merhaba, Başka bir konu ararken bu makale ile karşılaştım. Bu kadar yakın olup yazdıklarından internet üzerinden haberli olmayı an itibariyle biraz tuhaf bulsam da çok da hoşuma gitti. 2019 yılından sonra da keşke devamı gelseymiş... İyi çalışmalar dilerim.